3 Ekim 2004 Pazar

Odacı

O, bir süredir hastaydı; yiyip içmekten kesilmişti. Gözlerimizin önünde eriyordu, mum gibi . İlçedeki doktorların biri gelip,biri gidiyordu. Herkes başımıza doktor kesiliyor, herkes kendince bir öneride bulunuyordu. Çaresizlik uzadıkça umutlar da donuklaşıyordu. Doktorların elimizden gelen bu kadar demeleri duyanları kahrediyordu. Öyleyse ver elini İstanbul, dedik.

İstanbul ! Biz geldik. Hastamızla; onun yaşam kaygısıyla tükenmeyen umutlarıyla, güçsüz bedeniyle geldik. Senden bir çare umarak geldik. Bu şehrin labirentlerinde bulacağımız Lokman Hekimin sunacağı şifa ilacını içmeye geldik. Bize çare gerek...

Çare, usta cerrahın usta ellerinde.
Usta eller aldı bisturiyi eline, çaldı hastanın tenine. Hasta derinden drine, ölmeden ölmüş gibi ve Cerrah kesti, biçti; hastaya kumaş keser gibi. Bir parça materyal aldı ve biyopsi yaptırın diye verdi.

Durmadık. Koştuk laboratuara, elimiz, ayağımız dolaşarak Yarın dediler. Merhametsizler. Hasta çare bekler, Cerrah rapor... Biz ise beklentiler içinde: Çaresizlik..

Özel laboratuardan raporu uzattılar elimize, ücretini peşin alarak. Müsbet dediler. Ne bilelim iyi sandık. İçten gülümsedik. Hastaya müjde verdik, müsbetmiş diye. Bekleyenleri sevindirdik.
Meğer müsbet tıp dilinde işte o demekmiş... Yani kanser. Mahvolduk, yıkıldık duyunca. Cerrah, aldı rapor diye verdikleri kağıdı eline baktı, baktı, şüpheci yüzünü takınarak, fırlattı önümüze. Bu materyali bir kez de bizim patoloji profesörüne götürün. Selam ve ricamı iletin. Elinizdeki rapor beni tatmin etmedi.

Patoloji kliniğinde profesörü beklerken bir görevliyle tanıştım. İç Anadolu dan gelme. Görünüşü, yüz ifadesi yaşamın onu çok hırpalamış olduğunu gösteriyordu. Bu kliniğin odacısıyım dedi. Söz hocadan açılınca onu çok sevdiğini, emsalsiz bir hoca, müşvik bir baba olduğunu söyledi. Koluma bir altın bilezik taktı dedi. Sonra sordu:
-Niçin ararsınız hocamı?
Elimizdeki materyali göstererek anlattım olayı. Dinlerken değişti adam. Dikleşti, canlandı, gözlerine fer geldi. Ayağa kalktı, sanki önceki adam gitti, yerine Hocam dediği profesör gelmişti.

Gelin benimle dedi. Koridorda arkalı önlü giderken, artık bu saattan sonra hocanın gelmeyeceğini söyledi. Kime ve nereye gittiğimizi bilmiyordum. Bir kapıyı açtı, kendimizi bir laboratuarda bulduk. Önce bir beyaz gömlek giydi, sonra materyali aldı ve bir mikroskopun başına geçti. Başladı incelemeye. Maksadının ne olduğunu hala anlamış değildim. Konuşmuyordu. Bir bilim adamının suskunluğu ve vekarı içinde mikroskoba aldığı preparatı uzunca bir süre taradı, gözden geçirdikten sonra bana dönerek ve hocasının orada bıraktığı yüzünü takınarak:
-Demek buna kanser dediler haa! Vay cahiller vay...Hem de paranızı
alarak. Be hemşerim, neden getirmedin bana! Buna kanser diyen halt etmiş.


Bu an, şaşkınlığımın aptallık derecesine vardığı bir andı.
-Ya nedir öyleyse
-Bu adi bir iltihap olayıdırDeme be hemşerim
-Dahasını da söyleyeyim mi?
Başımı salladım, evet anlamında.
-Bu materyal bir pankreastan alınmış
-Doğru vallahi


Manyaklaşmıştım. Tanık olduğum şu olay odacının bir mucizesiydi. Olacak şey mi? Altın bilezik geldi aklıma. Odacı da bunun hakkını veriyor işte...

Ertesi gün raporu almaya gittiğimde Patoloji profesörü dedi ki:
-gözünüz aydın. Hastanız temiz sayılır. Adi bir iltihaplanma. Oda tedavi edilir. Ünlü cerraha saygılarımı iletin. Geçmiş olsun.

Büyük bir moral gücüyle, ünlü cerraha yeni raporumuzu sunduğumuzda, odacının mucizesini de anlatma olanağını bulduk. Doktor gülümsedi ve bir feylosof bilgeliğiyle şunu söyledi:
İnsanları salt yaptıkları işe göre değerlendirmeyin. Her insanın sezgi ve ilham yeteneği vardır. Bunu keşfetmeye çalışın. Bu , insanın yaratılışından gelen bir özelliğidir. Bu özellik bazan bir odacıda bir profesörünkinden daha güçlü olabilir.


02/ Ekim / 04
Sivrihisar

İbrahim Karaca